Bir üç beş adım.
Öylesine girdiğim bir alandı, zaman, antika addedilen eşyaların üzerinden çözünüp havaya karışıyor, insanları sarhoş ediyordu. Ben sarhoş değildim, ancak adımlarım rastgeleydi. Bir anarşiyi arzuluyor ve temsil ediyordum. Birbirine girmiş kartpostallar, zevksiz taşlarla bezenmiş takılar, eski plaklar, eskitilmiş heykelcikler, paslanmış silahlar ve çok fazla gerçekliğe maruz kalmaktan kör olmuş fotoğraf makineleri arasında bir yere sıkıştırılmış, üzerindeki tozdan pütürleşmiş bir fotoğrafı elime aldım. Usulca silkeledim, içimden bir ses nazik olmamı öğütlüyordu. Polaroidin alt kısmında bir yazı belirdi. Benim el yazım, senin adın. Hemen ardından tarih de gelmeliydi. O kısmın tozunu bir türlü çıkaramadım. Geçmişin her tortusu aynı ağırlıkta değildi. Parmaklarımla fotoğrafın tozunu alırken parmaklarına dokundum. Durmaksızın akıp giden zaman çizgisinde benim için bir istisna oluştu. Zaman durdu, kalbimin ritmi artık sonsuzluktaydı. Kolunun bir kısmı denizle bir bütün olmuştu, suyun üzerinde salınan avcun gökyüzüne bakan parmaklarınla bir lotus çiçeğiydi.
Önce Ophelia’nın hüznü sardı etrafı. Sonra zihnim, zamanı durduran parmaklarından gözlerine taşındı. Kalbinin her atışında deniz dalgalanıyordu, biliyordun. Güneşin kolunun üzerine damar damar yansıdığını, çılgınca kalbini ararken kanınla beraber tüm vücudunu dolaştığını ve havanın parmak uçlarını okşamaya kıyamadığını biliyordun. Ayak bileklerinden varlığına sızan denizin kolunu öpücüklere boğarken köpüklenmesi seni baştan çıkarıyordu. Sen artık bir çağlayandın. Hem muazzam bir bütünlük vardı sende hem de damla damla sayabiliyordun kendini. Gülümsedin, böylece birkaç kilometre ötede bir lotus daha açtı. Bu seni cesaretlendirdi. Kıyıda hafif hafif başlarını sallayan ağaçlara uzandın, yapraklarını birbirine vuran o rüzgârı çağırdın. Gelecekti, bunu da biliyordun. O rüzgâr sana çam ve incir kokuları taşıdı. Artık kalbin çarptıkça ağaçlar da salınıyordu.
Elini dünyaya uzattın ve aşkınlaştın, sokaklarda koşturan çocukların neşesinden bir tutam, kafelerden yükselen sohbetlerden bir tutam, kahkahalardan, gözyaşından, aşktan ve meraktan bir tutam, dans eden bir çiftin müziğinden, yüksek fikirlerden, bilimden ve felsefeden bir tutam aldın; sokaklarda mutsuz dolanan her hayvanın başını okşadın, birkaç hayat kurtardın, kuşları korkutmamak için yavaş adımlar attın- bana gelirken koşardın, bu hep hoşuma giderdi-; dünya sana zerk olurken her yeri bir kiraz çiçeği kokusu sardı ve bu insanları meraklandırdı. Günlerce seni düşündüler.
Bir yandan yıldızlar da bir bir avuçlarına toplandı, hatta ikisi gözlerine yerleşti. Işıklar saçışın, elbette, bundandı.
Kendini suya bıraktın, varlığın emsalsizdi, müthiş bir özgürlükle parlıyordun. Dünyayla beraber kulaç attın. Sen yüzerken insanlar yine seni merak ettiler.
Çağrın sanırım tamamlanmıştı.
Ben hâlâ rastgele adımlarla sana geliyordum. Beni çağırmış mıydın emin değildim. Adımlarım bu yüzden mi rastgeleydi yoksa sadece düzensizliği mi seviyordum emin değildim.
Belki de elimde tuttuğum tozlu bir fotoğrafa bakarken yürümek zor bir işti. İmgen, ayaklarımı birbirine doluyordu.