“yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir
ekmeğin ve şarabın peşinden”
sabah, bir ankara.
kahvaltı etmeden içilen kahvenin bulantısı. fark ettirmeden ıslatan bir yağmur, rüzgâr desen çoğu yerde binalardan geçit bulamıyor kendine. birkaç arkadaşla edebi dergi çıkarma hevesimizin finansal kaygılarıyla işimin düştüğü ancak her gittiğimde farklı bir mazeretle yerinde bulamadığım bürokrat ve bürokratın umursamaz sekreterleri. kendimi küfürler içinde binadan savuruşum ve her geçmeye çalıştığımda kırmızıya dönen ışıklar. adın batsın murphy. her köşe başında satılan dünyanın en gereksiz eşyaları, ara ara simitçiler, ruhunu bırakırmış gibi arkasına galonlarca sigara dumanı bırakanlar. nasıl mümkün olduğu anlaşılmayan ancak aynı yol üzerinde uçlarını dört bir yana çevirmiş çirkin arabalar ve bu arabalardaki insanların kendi yollarında gidebilme arzularını galiz kornalarla dünyaya duyurmaları. zevksiz binalar: gökten çok insanın kalbini delen, estetikten fersahlarca uzak kutular, kutular. bu arada ışığın tekrar yeşile dönmesi ancak benim taş kesmişçesine kımıldayamamam. bir sonraki ışığa kadar donuk gözlerle etrafımdaki keşmekeşin içinde yok oluşum. ellerimi şakaklarıma dayayıp öfkeyle haykırma isteği. biraz sonra tüm yarımlığıyla karanfil sokak. insanlar, insancıklar. geceleri kulaklarıma kiril harflerine buladığı isyan türkülerini mırıldanan sarışının düşüncesi ve bu caddelerde atılan her bir adımla gelen eksiklik duygusu. bir şeyler eksik bu şehirde, mânâdan öte bir şeyler. ne olduğunu anlamadan çekip gitme hissi uyandıran şeyler.
[çekip gitmek. ankara’da yapılacak en güzel şeymiş gibi gelirdi hep. ben de çekip gittim. keyifle var olmam yasaklanmıştı sanki. bir haziran günü, akşam ezanlarının yankıları göğe çarpıp insanların kulaklarına tekrar tekrar düşerken atladım otobüse. uçağa değil. çünkü özümsemek istedim bu gidişi, kahkahalar atmak istedim büyükşehir belediye kokulu her bir beyaz çizgiye. tokatlamak istedim ruhundaki koskoca boşluğu ankara’nın. ve atladım otobüse. adımdan başka Türkçe bir sözcüğe aşina olmayan C.’yi de terk ettim Ankara’da, kendimi de.]
beş saat, sonra istanbul.
zihnimde başka bir yolculuğa ait bir kara trenin on beş yaşında hatırası dersaadet’e girerken. ormanlar ve kuşların arasından sıyrılan bir makine. üzerinden geçtiği tabiatın sesleri ile haşır neşir değil pek çıkardığı duman ve hırıltı, yine de kendine özgü bir şarkısı var. her biri tanrı’nın söylediği bir şarkı olan kalp atışları gibi. dersaadet yaklaştıkça vagonlara çöken deniz kokusu ve pencerelerden batan güneşi seyredip her bir derdini unutan yaşlılar, gençler, dullar, kucaklarda çocuklar. bir süre sonra güzelim haydarpaşa. tarlalar, berbat binalar ve çoğu yoksul ya da yoksul kalmamak için daha az nefes almaya razı insanlara alışkın gözlerimin bu devasa estetik karşısında vurulmuşçasına açık kalması. beni hatıralardan sıyıran otobüs muavininin mola anonsu, tam da şehre girmek üzereyken. mola yerinde yarım ağızla içtiğim rezalet bir mercimek çorbası. elleri kurusun mercimek çorbasını yapamayan aşçının. insanlığa bir hakaret bu. tekrar yola düzülen otobüs ve elbette muavini. güneş goncasını çatlatıp açmak üzere. biraz sonra rüyasız bir uyku. gece boyunca kırpılmayan gözlerimin günah çıkarışı. oysa otobüs üzerinde uykuya hiç alışık değiller. adını koyduğum üzere otobüs hastalığından muzdaripler. her bir otobüs yolculuğunu olduğundan daha da zalim hale getiren bu hastalık, vücudun bir otobüs içerisinde melatonin salgılayamamasından ötürü oluşuyor. neyseki yarım saat sonra tekrar uyanışım. ortalığa vuran hafif aydınlığın ortaköy camii’nin kubbesinden gözlerime yansıması. “bir saniye, ortaköy camii mi?!” derken otobüsün iki dünyayı birbirine bağlayan köprünün üzerinde seyrettiğini fark etmem. muavini uykusundan uyandırıp kendi hesabımı ondan sormam. “biz seslendik abi samandıra’da inecek kalmasın diye.” onca yol boyunca çektiğim kuş uykusunun otobüsten ineceğim zamana denk gelmesi. senin benimle derdin ne murphy? yoksa sen misin ankara? yakamda mısın hâlâ?
dört hayat ve yeni bir ay. bir haftasonu.
kırk yıllık bir istanbulluymuşum gibi gamsızım. ne etrafımda birbirinin üzerine çıkmaya çalışan arabalar, ne de sokaklarda birbirine kör düğüm olmuş insanlar umrumda. yine de istanbul’a bir ad koymaktan geri duramıyorum: koskoca bir insan düğümü. insanın aklını tutan bir humma. çözülmemek kaderinde var. aynı türkiye gibi. zihnimin imbiğinden geçirdiğim her bir şey için isimler koyma saplantısı bir tek C.’de çaresiz. üç aylık bir arayıştan sonra C. istanbul’da. sokaklarda sadece birkaç adım attıktan sonra dairemdeyiz. C.’nin açlığı istanbul’a değil. bana. sabahlara dek süren bir açlık. sonra yeni bir gün. umarsız sokak kedilerinin homurtularıyla uyanışımız. uyandıkça martıların kedilere üstün çıkması. kahvaltı. bir yeşil elmanın başbaşa paylaşılması beyaz çarşaflar arasında. mağrur bir ayna karşısında kendi güzelliğini tekrar çizen C. sonra sokaklar. istanbul sokakları. tarihin, yaşanmışlığın, estetiğin bir çin işkencesi misali pespaye betonlar arasında kalışı. ne mohikanlar gibi ateşler yaktıyor bana ne de taptırıyor istanbul’a. C.’nin koluma girmesiyle gerçeklikten uyanışım. istiklâl. cânım istiklâl! eski püskü kırmızılıkta nefes alıp veren bir tramvay. eski püskülüğün altın huzmeleriyle parlayan bir yıldız sokağın ortasında. C. ile her istanbul ziyaretimizin ritüeli: tramvay’da ayrı ayrı koltuklara oturup, şehrin dört bir yanındaki çoğu berbat semtlerde bulunan evlerini boşayıp kendini istiklâl’e atan insanlığa tanık olmak. bir nevi beraberliğimizde yalnızlaşıp kalabalıkta anlam aramak. varoluşun dinginliğini içmek tramvay’ın olmazsa olmaz kornalarında. kornalara karışan bir akordeon sesi. galiçya’dan getirdiği şarkılarını sovyet işgalinden yadigar tek bacağının üzerinde donuk gözlerle haykıran bir adam. ve adamın tüm istiklâl’i kavuran istiklâl arayan haykırışları. kanımın çekildiğini hissederek refleks olarak C.’ye bakmam. C.’yi gözlerinin etrafında biriktirdiği kırık dökük yıldızlarla adamın şarkısının tam ortasında bulmam. bir anda elinden tutup onu tramvay’dan çıkarışım ve C.’nin cefakâr şarkıcıya yaklaşıp onu samimiyetle kucaklaması. sonra tekrar sokaklar. ruhumun gözlerini kapattığını hissetmem ve etrafımda hiçbir insan, hiçbir ses yokmuş ve C. dışında koskoca bir hiçlik varmışçasına, her bir adımımda C.’nin ve kolumu tutan parmaklarının dışında hiçbir gerçekliğin olmadığını duyumsayarak yürüyüşüm. çiçek pasajı’nda ışıltılar altında bir yemek ve ortaköy. bir başka ritüel. kendine ferah bir mekân seçmiş camiye girişimiz ve C.’nin ilk birkaç adımında ayakkabılarını çıkarmayı unutarak güvenlikten azar yemesi. sonra camide oturuşumuz ve C.’nin islam üzerine istifhamları ve her bir süslemeyi inceledikçe artan merakı. sonra yine sokaklar ve kelime dağarcıkları ısrarla dolu satıcılar. bazen türkçe, çoğunlukla ingilizce ve bazen de C. nin kendini kısmen elen veren yüzüne binaen rusça. bir köşe başından çevirdiğimiz taksi ve kallavi küfür etmeyeni taksi şoförü yapmadıklarının bir diğer kanıtı sürücümüz. tekrar açlık dolu bir gece. saat uykuya yakın çalmaya başladığında bir onun bir benim kendi dillerimizde okuyup sadece tınılarından anlam çıkarmaya çalıştığımız şiirler. el ele uykuya dalışımız ve ertesi gün, havalimanında C.’nin dudaklarıma bıraktığı, ne zaman tamamlanacağı belli olmayan yarım bir öpücük. veda sözcükleri.
[hayat hiç durmuyor, hayat için “devam ediyor” demekten daha uygun bir tanım. C. gittiğinden beri 10 gün geçti ve çoktan duramaz oldum yerimde. biraz kafamı dağıtmak için annemin evine, gelibolu’ya bir bilet bile aldım.]
tepeleme yağan bir kar. gereksiz işlerin arasında en gereksizi olarak iki valizle yola çıkışım. şemsiye tutacak uzvumun kalmayışından 10 dakika içinde karla kaplanmam ve valizlerin ıslanarak giderek ağırlaşması. otogar ile evimin arası normal şartlar altında kırk beş dakika. istanbul trafiğine güvenmeyip dört buçuk saat önceden bir iett aracına atlamam ve sadece dört saatin otuz kilometrelik kısmının kornalar arasında harcanması. son on beş kilometreyi metro ile gitmek gibi iyimser bir karar alıp, ki bundan sonraki bir çok aksiliğin kaynağıdır, yüklerimi olabildiğince hızlı çekerek metro durağının derinliklerine kömür arayan madenciler gibi inişim. dört aydır fatura ödemesini geciktirdiğim telefonumun çalması ve gsm operatöründen bir yetkilinin ödemenin hesabını olabildiğince sert bir üslupla sorarak yasal işlem tehditleri. sinirlerimin iyice fırlamasıyla kendimi güç bela metroya atışım. balık istifi gidilen ondan fazla durak. o kadar ki inmem gereken durağa geldiğimde birbirimize kilitlendiğimiz insanları silkelemem ile ancak kapıya varmam. kapının dışında otuzlu yaşlarının kurnazlığıyla on yaşındaki oğlunu önüne sürüp üzerime iteleyerek hava moleküllerine bile yer kalmamış vagona binme çabalarında bir kadın. kendisinin binebilmesi için önce benim inmem gerektiğini hatırlatmam. “siz inene kadar metro doldu!” hayretlerin çenemi birbirine kenetlediği bu sözler ve hışımla yürüyen merdivenlere tırmanışım. bu arada ağırlaşan valizlerden birinin topallaması ve kendiyle beraber beni de aşağıya sürüklemesi. ritmik bir düşüşün saniyeler boyunca sürmesi ve onca acı ve şaşkınlık içinde merdiven yukarı çıktıkça benim sonsuza kadar yuvarlanabileceğim düşüncesi. şefkatli bir elin bu sonsuz döngüyü durdurması ve ona minnet ifadelerim. hızla merdivenleri tekrar çıkışım ve otobüsü on beş dakika farkla kaçırmış olmam. bu arada ellerimin kanlar içinde olduğunu ve kot pantolonumun diz kısımlarından birkaç parçaya ayrıldığını fark etmem. kanımın beynimde kaynayışını hissederek yanan gelibolu biletini çöpe atıp kendimi en heybetlisinden bir ankara biletiyle ödüllendirip bu öyküyü sona yaklaştırmam.
[tekrar ankara. bürokrat bir binanın bürokrat bir odasında bürokrat takım elbiselerim içinde bürokrat sandalyemde kaykılarak incelediğim bürokrat ellerim. mesaim, mesainin bitişini beklemekten ibaret.]
koskoca binamızın bir gün içinde ürettiği yüzlerce “sayın”lar, “efendim”ler, imzalar, arzlar, ricalar ve mesai sonunda binamızın ve bize benzer yüzlerce binanın sokaklara kustuğu memurlar. sokaklarda sadece gideceğim yöne sabitlediğim gözlerim. etrafından geçtiğim binaların ya da arabaların farkına bile varmamam. adımlarımın trafik lambalarıyla senkronize bir şekilde durup durup ilerlemesi. artık dün gece okuduğum bir şiir ya da romandan satırlar yok yürüyüşlerime eşlik eden. onların yerinde evler, arabalar, eşler, çocuklar, daha fazla mülk, daha fazla şöhret, daha fazla paye. güvenpark. bir başıma otobüs durağı. aynı dingin kafayla neredeyse kımıldamaksızın otobüsü tek başıma bekleyişim. zamanla birer birer insanların toplanması durakta. anlaşmalıymış gibi her birinin etrafımda bir zincir örercesine birikmesi. öyle ki yolu göremez oluşum. kafamın içinde yeşermeye başlayan bir panik. her biri kendi dertleriyle meşgul kalabalığın yüzleri bana çevrilmiş sanki. beni aralarına alıp sımsıkı sarmalamaları nefesimi daraltan. başlangıçta bir başıma beklediğim otobüsü şimdi tek başıma beklemiyor oluşum ciğerlerimdeki kaygı. koskoca bir kitle oluşumuz etrafımdaki insanlarla ve en ortasında benim bulunmam. ve giderek bu kalabalığın büyümesi otobüs geciktikçe. caddeyi boydan boya yardım çığlıklarıyla dolduran ambulanslar. ve nihayet iki elimi kulaklarıma koyup canhıraş bir çığlık savurmam ankara’nın göbeğinde. bürokrat çantamı yere atıp koşmaya başlamam. biraz sonra bürokrat kravatım ve bürokrat ceketim de bürokrat şehrin sokaklarına dağılmış vaziyette. isyanımın eve kadar soluk soluğa sürmesi. yemek masasının üzerinde aylardır biriken açılmamış mektuplar. defalarca kez sadece arkadaki adres kısımlarını okuyup bürokrat ellerimin açmaya cesaret edemediği C.’nin mektupları. hiçbir düşünceye fırsat vermeksizin küçük bir çanta ile yeniden yola düzülmem lviv’e doğru.
zihnimde şiir parçacıkları:
“yolumdan çekil yavrum
bağlasalar duramam”