Bu blogun adını boşuna çağrışımlar koymadım. Bu isim hem van Gogh-Tarkovski yazımdaki çağrışımın estetiğine bir atıf hem de başıboş, düzene sokamadığım ve bazısı ipe sapa gelmez metinlerim için mükemmel bir bahaneydi. Başlayalım öyleyse. Lujin Savunmasını bu yaz ikinci defa bitirdim. Yaz mevsiminde Nabokov okumak yazın güzelliklerinin yoğunluğunu artırıyor. Pencerenin kenarındayım, kitap elimde ve Nabokov büyük ihtimalle burjuva çocukluğundan esintiler taşıyan betimlemeler yapıyor: ağaçlar, çayırlar, hafif rüzgar, özgürlük, özgürlük, özgürlük. İki kere yazı yaşıyorum: “belli başlı üç kokudan, leylak, yeni biçilmiş ot ve kuru yaprak kokusundan devşirilmiş çabucak geçiveren bir taşra yazı”ndan bahsediyor mesela. Burjuva çocuğu değilim ama çocukluğumun yazlarının kokularını hatırlar gibiyim. Lojmanda oturuyoruz. Evimiz devlet kurumuyla aynı yerleşke içinde. Çimlerinin biçildikten sonra yere düşüp ezilen kayısılarla beraber etrafı saran kokusu, fıskiyelerin yaz boyu kuşlara eşlik eden, geceleri de çalıştığı için uykuma, rüyalarıma sızan sesi. Sokağa kilitli parke döşendiğinden beri güneşin alnıma vurduğunu vurduğunu vurduğunu daha fazla hissetmem. Yine de koca koca ağaçların gölgesine sığınışımız. Çocuğuz, bize bir tutam gölge yeter. Eve gidince Tarkanlı kola (?) reklamı. Soğuk su. Şimdi o parkeler beton, ağaçlar hiç yokmuş gibi. Anılarımı budamışlar. Var olduklarının tek kanıtı anılarımda yer almaları. Ne cüret, ne kalpsizlik. Her neyse. Herkese ait olabilecek alelade anılar bunlar. Asıl derdim şu: önceleri bu kokuları, sesleri, geçmişin zihnimde yanmamaya inat eden bir kibrit gibi parlayıverişini daha sık tecrübe ederdim. Artık duyularım körelmeye yüz tuttu. Hayat üzerimden akıp gidiyor. Ne yapmalı? geçmişten kurtulma duam karşılanmış görünüyor, kabul edilen her duada bir ironi gizli sanırım, artık geçmişi tüm renkleriyle hatırlamak istiyorum. Yine de “şikayet etmemeliyim, tüm istediğim özgür olmaktı.”
Hatırladım. B….ç yazları. Ne sıcak. Yine de her köşe başında bilmediğim mekanlar, tanımadığım insanlar. Bilinmezliğin, yeni olanın büyüsüne çocukluktan beri hemencecik kapılıveririm. Çocukluktan gençliğe geçtiğim, zihnimin yeni yeni açıldığı, dış dünyaya dair her malumatın beni afallattığı, Bilim ve Teknik, National Geographic gibi dergilerden ‘ilginç şeyler’ öğrenme heveslisi olduğum bir dönem vardı. Yeni şeyler öğrenmek çok esrarengiz bir uğraştı. Büyüdükçe dünyanın üzerinden bu esrarlı hava kalktı. Beni bilmediğim bir şehre bırakın, bir çocuğa dönüşüvereyim. Şehrin esrarıyla sarınayım ve yabancı ben olayım. Swann’ların Tarafı’nda Marcel büyüdüğü köyde yeni bir çehre ortaya çıktığında tanımadığı insanların olduğundan heyecan duyduklarını anlatıyor. Çocukluğumda benzer bir hissi giderek evimizin çevresine daha uzak yerlerde oynamaya başladığımda hissederdim. Bir gezgindim, büyüdüm, kafese tıkıldım.
Benzer şekilde Lujin çocukluğunda Nabokov’un “beyin gıcıklayıcılar” dediği şeylerle dünyayı keşfediyor: polisiye, geometri, yapbozlar. “Tanrıların oyunu” satrancı keşfedince zaten asosyal ve takıntılı olan karakteri hepten uçlara çıkıyor. Kafasında hayat ile satrancı eşitleme eğiliminde. Ama bir metafor aracılığıyla yapmıyor bunu, satrancın sistemsel özelliğini yaşamda gözlemliyor, daha doğrusu düşünce biçimi satrancın mekaniklerine eşdeğer gittiği için hayatı da ancak o doğrultuda anlamlandırabiliyor. Mesela körleme oynarken katıksız satranca ulaşıyor, çünkü figürlerin estetik oymaları gibi dikkat dağıtıcı unsurlar yok. Satrancı, taşları ve taşların hareketini salt enerji olarak düşünebiliyor körleme oyunlarda. Normal(?) hayatında da sadece satranca çağrışım ile çalışan bir zihni var. Paketten dağılan sigaralarını düzeltirken j’adoube dediği sahne kitabın en komik anı sanırım. Rok hamlesinin de “kaypaklığı ile insanı eğlendiren bir hamle” olduğunu düşünüyor. Nabokov’un da bir satranç düşkünü olduğunu bildiğimizden, satranca dair bu fikirlerin kendi fikirleri olması gayet olası. Gerçekten de rok ile en passant taşların hareket kuralları dışına çıktıkları için oyuna bir canlılık getiriyorlar. Son yıllarda ortaya çıkan satranç varyantlarının da benzer bir ihtiyaca karşılık verdiğini düşünüyorum. Belki de çok uzun zamandır aynı kurallarla oynuyoruz.
Daha önce de dediğim gibi, kitabın beni en çok etkileyen kısmı, karakterin satrançla kurduğu ilişkinin bir metafor ya da eksikliğin yerini doldurmaktan ziyade büyük oranda satranca dair olması. Aynı zamanda Lujin Savunması, satranç hassas ruhlara ne yapabilir? sorusuna bir cevap gibi. Lujin çok fazla immersion halinde, dolayısıyla satranç uykusuzluğu yaşıyor. Zihninin satranç yüzünden donuklaşıp durduğu anlar da yok değil. Bu fenomene satranç körlüğü dendiğini biliyorum. Sanırım zihnin aşırı stimüle olmasıyla geçici bir idrak yoksunluğu yaşanıyor.
Ek: Yazıyı siteye koyduktan sonra hatırladım- belki de bu yazıyla hatıralara davet açmışımdır, ne de olsa Nabokov’un Konuş, Hafıza diye şahane bir kitabı yok mu- Lujin Savunması’nı okumadan önce filmini tüplü bir televizyondan izlemiştim. Kanal gezerken hangi kısmına denk geldiysem sonuna kadar. TV’nin ara ara bizleri şaşırttığı dönemlerdi. Satranca dair ilgimin ilk nüvelerinin de bu film sayesinde ortaya çıktığını hatırlıyorum. Dedemlerde kaldığım bir gündü, dedem hala hayatta mıydı hatırlayamıyorum. Zihnimin hep aynı berraklığı koruyacağına artık güvenmediğimden dedemle ilgili her hatıramı artık not alıyorum: konuş, hafıza!
P.S. 123,124 ve 125. sayfalar bir satranç maçının okuduğum en estetik anlatımı. Notasyon yok, satrancın sadece enerji olarak var olduğu betimlemeler bütünü var.
*Çift ünlem satranç notasyonunda çok iyi hamle anlamına gelir.