I: Yazılara itiraflarla başlamayı seviyorum çünkü böyle yaparak hem okuyucuyla berrak bir bağlantı kurduğumu hem de bundan sonra anlatacaklarımın aynı samimiyette olacağını ima ettiğimi düşünüyorum. Elbette, böyle bir garanti verecek de değilim.
II: Satranç ile ilişkimin oldukça düzensiz, ruhsal durumumdan olabildiğince etkilenen ve aslında basbayağı olgunlaşmamış bir doğası var. Yıllar yıllar önce ulusal düzeyde bir turnuvaya katılma şansı elde etmiş olsam da asla profesyonel bir oyuncu olmadım, rating’im ise yerlerde sürünüyor. Ara sıra katıldığım turnuvalardan ufak para ödülleri kazanmış ve çeşitli satranç çevrelerine girip çıkmış olmam beni satrancı sadece yapması gerektiği işleri ertelemek, kafasını meşgul tutmak, depresyonunu bastırmak için ya da dostlarla eski muhabbetlerin hatırına oynayan bir dilettante olmaktan kurtarmıyor. Yanlış anlaşılmasın, tahtanın başına geçince -hele ki tıkırdayan bir satranç saati varsa- heyecanlanmıyor değilim; her şeye rağmen beni bir dilettante yapan bu karşı koyamadığım heyecanım da olabilir.
III: The Queen’s Gambit’i bu heyecanla izledim. Kanımca, bir öksüz-yetimin içine bırakıldığı dünyadan bir kurtuluş yolu bulduğu bilindik bir hikayesi var. Mr. Potter’dan sonra bu tarz hikayeler bende cazibesini yitirmiş durumda [bu arada, Harry Melling’i görmek ne şahaneydi!]. Söz konusu satranç olduğu zaman da karakterin bir harika çocuk olması, 13 yaşında Yüzyılın Oyunu’nu kazanan Bobby Fischer’i ve yine Magnus Carlsen’in aynı yaşlardan bu yana ortaya koyduğu çılgınlıklarını, örneğin daha 2004 yılında Kasparov’a karşı aldığı beraberliği bilen satrançseverler için sıradan bir durum. Dizi bu açıdan alışıldık bir çizgi çizse de satranç kültürünü, kelime dağarcığını ve geleneklerini -sinematiklik uğruna bir nebze de heba ederek- ayrıntılı bir biçimde izleyiciye tanıtması açısından kayda değer. Resmî olmayan oyunlarda renk tayininin rakiplerden birinin avuçlarında sakladığı piyonlardan birinin seçilmesiyle yapılmasından tutun, kitaplardan eski oyunların ya da satranç teorisinin etüt edilmesinin, rakiplerin eski oyunlarının üzerinden geçip zayıf ve güçlü yanlarına göre strateji belirlemenin ve açılış isimleri ve varyantların çokça yer aldığı, satrancın yeni öğrenildiği aşamadan turnuva düzeyi oyunculuğuna kadar giden yolda başınıza geleceklerin çoğunun size gösterildiği, satranca giriş dersi niteliğinde bir dizi The Queen’s Gambit.
IV: Bunun dışında, sinematik amaçlar uğruna yapıldığı belli ve bir kısmı da satranç ile ilgili yapımlarda artık klişe olan birkaç unsurdan bahsedilebilir. Bunlardan elbette en barizi kaybedeceğini kabul edip oyunu terk eden oyuncunun abartılı bir şekilde şahını devirmesi. Hatta şahını devirmek için mat olmayı beklemesi. Yenilgiyi kabul etmek anlamına gelen bu harekete bırakın üst düzey turnuvaları orta düzey turnuvalarda bile rastlamak günümüzde pek olası değil. Dizinin geçtiği 50-60 sene önceki satranç geleneklerinde bunun yaygın olup olmadığı hakkında malumatım yok. Nitekim dizide bunun profesyonel düzeyde yapılan bir hareket olmadığı ve eski bir usul olduğu söyleniyor. Şah devirmenin estetik ve sembolik olarak güçlü bir hareket olduğunu kabul ediyorum. İlk oynamaya başladığım zamanlar yaptığımızı da hatırlıyorum. Bu meseleye takılma sebebim, satrançla ilgili ya da içinde satranç geçen hemen her yapımda kameranın abartılı odağında ve oyuncuların göstere göstere adeta bir jest haline getirerek şahını devirmesinde kendini bulan klişelik. Engel olamıyorum, klişelik bende alerji oluşturuyor.
V: Dizide satrancın oynanma hızı ise eğer hızlı ya da yıldırım satranç oynamıyorsanız olabildiğine gerçek dışı. Özellikle sadece dizinin konu aldığı üst düzey turnuvalarda değil, orta düzey maçlarda bile oyunların 4-5 saate kadar uzayabildiğini düşününce. Elbette bir dizide bir satranç maçının her anını görme arzum yok. Ancak maçlar öyle bir gösteriliyor ki üst düzey oyuncular her bir hamle için 5 saniye kadar ancak düşünmeye zaman ayırıyor, üzerine de birkaç hamle sonra mat olabiliyor. Üst düzey maçlarda oyun sonlarının çok net hamleler yoksa ve rakiplerden biri ya da ikisi birden zeitnot ’ta değilse bu şekilde oynanması pek mümkün değil. Kurgu gerçeğe sadık kalmayabilir, ben satranca sadık kalıyorum.
VI: Öte yandan, dizinin hem satranca hem de gerçeğe sadık kaldığı bir nokta mevcut. Yine klişeleşmiş satranç-hayat analojilerinin ötesinde, The Queen’s Gambit’in baş karakteri satranç ile hayat arasında bir bağdaşıklık kurmuyor. Aksine, satrançta bir sürpriz unsuru olmadığı [aslında olasılık dışı hiçbir şeyin olamayacağı] için kendini bu oyunda güvende hissediyor. ‘Oyun bitince şah da piyon da aynı kutuya konur’culara ya da ‘Büyük Satranç Tahtası’cılara bir tokat atıyor. Hayatı ya da uluslararası siyaseti satranca indirgeme klişesinden ustaca sıyrılıyor. Her ne kadar durum buysa da hayata dair çok güçlü metaforlar olabilecek iki satranç kavramından bahsetmek gerekebilir. Bu kavramların ikisi de “gereğince vurgulanarak söylendiğinde ‘günaydın’ sözcüğünün bile metafizik bir sav kılığına bürünebildiği” Almanca dilinden alınma. Birisi, zaman sıkışması, yani hamle süresinin oldukça azalması anlamındaki zeitnot, diğeri ise hamle sırasının kendinde olmasından dolayı kaybedecek bir durumda, yani hamle yapmayı pas geçmeyi tercih edebilecek bir konumda olmak anlamındaki zugzwang. İflah olmaz bir erteleyici olduğum için zeitnot kavramını sıklıkla deneyimlemişliğim var. Çok çok önceleri ise zugzwang’ı hayatın içinde görür, nefes almanın, aldığımız her nefesle ölüme yaklaştığımızdan ötürü bir zugzwang durumu olduğunu düşünür, böylece oturaksız varoluşçuğuma satrancı da katardım. Dinginleştim diyebilirim ama varoluş bana göre hep bir deli gömleği, zamansa bir büyük tımarhane oldu: özgürlük, verdiğim her nefeste saklı.
VII: Karşılaştığım Satranç Oyuncularının Envanteri:
- Yaşça benden küçük ya da çocuk oyuncular. Bir turnuvada yaş grupları yoksa eğer herhangi bir yaştan rakibiniz olabilir. Benim yaşıma gelip küçüklerle rakip olmanın şöyle bir handikabı var: anne babalar çocukları yenince çocuklarının küçük olmasına rağmen sizi yendiğinden söz açar, yenilince de sizinle sohbet etmek ister, laf arasında çocukların küçük ve tecrübesiz olduğundan dem vurup size yaşınızı hissettir, çocukları da sizin kadar tecrübeli olsaydı size karşı galibiyet alacağını ima ederler. Oysa satranç tarihinde defalarca kanıtlanmıştır ki yaşın satrançta neredeyse hiç önemi olmaz. Parents are gonna be parents.
- Sandalyesine ayaklarıyla oturup maç boyunca yaptığı her hamlesinde kendi taşına, benim her hamlemden sonra da benim taşıma dokunarak “Düzeltiyorum” diyen çocuk. [Dokunulan taş oynanmak zorunda olduğundan bir taşa dokunup onu oynamamanın yolu “Düzeltiyorum” demektir.] Fena sinir olmuş, fena kaybetmiştim.
- Zamanında Ankara’da bir bankada çalışan babasıyla Türk olduğumu öğrenince sıkı muhabbet tutturduğumuz, berabere bitmesi gereken maçı zeitnotta olduğu için hata yapması umuduyla devam ettirdiğim, beklediğim hatayı yapmasıyla da mansiyon ödülü kazandığım İrlandalı. Bu turnuvaya beraber katıldığım, satrancı büyük bir kayıtsızlıkla ve zevk alarak oynayan, dünyanın en şen şakrak insanlarına selam. Yanlış Yol’da onları anlatmıştım. Too many positions, too little time.
- Kaybettiği maçın sonunda imzalaması gereken notasyonu yırtan oyuncu.
- Saate sert, yumuşak ya da elinde tuttuğu bir taşla vuran oyuncu.
- Oyuna birayla gelen oyuncu, ki böyle birisine yine Yanlış Yol’da değinmiştim.
- Oyun başında rakibi bekleten ya da her hamlesinden sonra masadan kalkan oyuncu.
- Oyun esnasında rakibine kaçamak bakışlar atan ya da esneyen ya da garip tikler, hareketler yapan, bazen de yüzüne umursamaz bir ton oturtmaya çalışan oyuncu.
- Oyunun hararetinden yüzü kızaran oyuncu.
- Kafasını iki elinin arasına alıp düşünen ya da tek eline yaslanan oyuncu.
- Şık ya da paspal giyinen oyuncu.