I: Hiçbir plot twist amacı gütmeden hemen belirteyim. Bu yazıda, “Vincent van Gogh Beni Affetsin…” şiirini ele alacağım sanatçı Tarkovski, görkemli yönetmen Andrey’in babası, -yine görkemli- şair Arseny Tarkovski olacak. Arseny’nin şiirleri, Andrey’in filmlerine sadece ilham vermiyor, defalarca oğlunun filmlerinde de kullanılıyor. Zaten, Zerkalo (Ayna) filminin başlarında, kamera Margarita Terekhova’nın –yine görkemli- saç örgüsüne kalp atışlarıyla yaklaşırken Pervie Svidaniya şiirinden başka hangi şiir okunabilirdi ki?
II: van Gogh ve Tarkovksi isimleri olabildiğince kitschleştirilmiş isimler olduğundan, konu ve içerik seçimimi meşrulaştırmak adına bir-iki meseleyi açıklığa kavuşturmam gerektiğini düşünüyorum. Epigrafın işaret edebileceğinin aksine [Kundera’nın kitsch ve bok arasında kurduğu ilişkiyi hatırlayalım] ele alacağım kitsch meselesi, Kundera’nınkinden daha klasik bir yaklaşım olacak; seri üretim uğruna ruhunu kaybetmiş, bağlamından kopmuş sanat olarak kitsch. van Gogh’un imgeleminin gündelik yaşama dair birçok objeden fışkırmasının ve Tarkovski izlemenin bir entelektüellik kabulü yerine geçmesinin bu iki ismi kitschleştirdiği aşikâr. Ancak, bir sanat eserinin cevherini kaybetmesinin her seri üretimde ya da bağlamdan koparmada gerçekleştiğine dair şüphelerim var. Yaratıcı tüketim kavramı bir metanın anlamının üretici tarafından kesinkes belirlenmediğini, üreticinin atfettiği anlamın tüketim sırasında değişebileceğini söylüyor. Yani, kültürel ürünlerin tüketicisi olarak bizler, sırf kâr elde etmek amacıyla bize sunulan ürünleri kendi kimliğimiz, sosyal statümüz ve tecrübemize dayanarak yeniden anlamlandırıyoruz. Bu formülasyon evimize astığımız seri üretim van Gogh tablosunu ya da çöp dergi kapağına basılmış Kafka portresini ya da Starbucks kahvesi deneyimimizi değerli kılma olanağı sağlıyor. Ama bence burada bir ön şart bulunmakta: evimizde asılı van Gogh tablosunun bize ilham vermesi, onu yeniden anlamdırırken içimizde bir sanatçı kişiliğin oluşumuna katkı sağlaması. Seri üretilen ya da bağlamından kopan sanat eserinin tekrardan ruh kazanması ancak bu şekilde mümkün, çünkü ancak bizlere ilham verici çağrışımlar sağlayarak bu eser tekrardan kendi bağlamını kazanmakta. Ben buna çağrışımın estetiği diyorum. Sanırım aradığım meşruiyete şu an sahibim.
III: Görece kısa şiirinde [şarkılaştırılmış bir versiyonunu van Gogh’a bir ağıt niyetine buradan dinleyebilirsiniz] Arseny Tarkovski, kendisine büyük ilham verdiğini söylediği van Gogh’tan çeşitli sebeplerle özür dileyerek şiirine başlıyor. Ona yardım edemediği için hayıflanmasının yanında, duyduğu saygı ve hayranlığın göstergesi olarak yollarına çimler serememiş, tozlu ayakkabılarının bağcıklarını çözememiş, sıcağın alnında ona su verememiş ve kendini vurmasını engelleyemiş olmak Tarkovski’ye acı veriyor. Tarkovski’nin kendisi ile van Gogh arasında kurduğu bağ o kadar muazzam ki, limon sarısı ve çivit mavisinin onu kendisi yaptığını, van Gogh’un sert vuruşlu fırça darbeleri ile kendi satırlarının okuyucuyu aynı yere, van Gogh’un yıldızları soluduğu mekâna, götürdüğüne inanıyor. Başka bir deyişle, Attila İlhan’ın fukara mumları nasıl bizlerin odalarımızda yanıyorsa[bir çocuk var ki anlıyor benim gibi kahroluyor/ odasında şiirlerim fukara mumlar gibi yanıyorlar], van Gogh’un yıldızları da Tarkovski’nin odasını beziyor, hem de oğlunun bile zihnini aydınlatacak kadar!
IV: Şiirin motiflerini analiz etmek ya da anlam katmanlarını deşmek işine –en azından bu yazıda- girmeyeceğim. Onun yerine, Tarkovski’nin bu iyi yürekli seslenişindeki buluşa değinmek istiyorum. Şiirin en vurucu -ve günlerce aklımdan çıkmayan- kısmı, bu yazının başlığı ile aynı anlama gelen satırlar:
Bu dizelerin bize yeni bir düşünme şekli verdiği görüşündeyim. Tarkovski’nin böylesine ilham almaya açık, böylesine öteye uzanan bir duyuş gücüyle donanımlı olması bana van Gogh’un dünyayı her zerresiyle tecrübe etme eğilimini hatırlatıyor. Bir sanatçının diğerinden zamanın ötesinde bir duyuşla özür dilemesi tüylerimi ürpertiyor. Bu durum, hem ilhamı rızaya dayalı bir bağlayıcı ilişki olarak karşımıza çıkarıyor, zira Tarkovski van Gogh’a bir nevi borçlu hissetmekte, hem de sanat eserinin ifade etme-bağ kurma-anlayış getirme gücünü gösteriyor. Oysa, Tarkovski şiirleriyle van Gogh’a olan ilham borcunu çoktan ödemiş durumda. Mahcubiyet hissettiği nokta belki de bu ilhamın aralarında insanî bir ilişki kurmasında ileri geliyor. Çünkü, Tarkovski’nin kurduğu cümleleri Vincent’in kardeşi ve hayatı boyunca destekçisi Theo van Gogh’un ağzından duysak hiç aykırı durmaz sanıyorum. Nitekim, Vincent kendini vurduktan aylar sonra [ki, fikrimce mektuplaşmalarında intiharının adım adım yaklaştığı hissedilmektedir] Theo da kederinin hızlandırdığı bir hastalık yüzünden vefat ediyor.
V: Tüm bu fikir yürütme silsilesi bana çok sevdiğim Cloud Atlas filminden bir replik hatırlattı: “we are bound to others, past and present, and by each crime and every kindness, we birth our future.” İşte, sanatın eninde sonunda bizi götürdüğü noktanın bu olduğunu düşünüyorum. Sadece iki ayrı sanatçıyı değil, insanı insana bağlamak. Birbirini anlamaya çok yaklaşmış[insanı tamamen anlamak mümkün mü hiç?] bir insan zinciri. Her ne kadar maduniyeti azaltmakta bize yardımcı olabilirse de bunun size çok somut bir faydasını ortaya koyamayacağım. Çünkü bu fayda, Bulantı’da Roquentin’in çok müphem ve metafizik olduğundan dolayı sıkıntısından utanç duymasıyla eşdeğer bir nitelikte. Bu fayda, o kadar müphem ve elle tutulamaz ki bundan utanç duyabiliriz.
VI: Sanatı uğruna aklını ve vücudunu bertaraf eden, ölüm döşeğinde “hüzün sonsuza dek sürecek” gibi bir cümle kurabilen bir büyük adamın acısını anlamaya çalışarak kendimi borçlu ve birtakım özrün hükmü altında hissediyorum:
Baba-oğul Tarkovskiler. Attila İlhan. Milan Kundera. Vladimir Nabokov ve kelebekleri. Raymond Carver ve kadehleri. Andrey Platonov. Georgi Gospodinov. Ursula, ejderha. Lermontov. Kafka, rivayet o ki artık senin yüzünü seri üretim kağıda basanlar geceye kalmadan bokböceğine dönüşüyor. Dolores O’Riordan. Louis ve Ella. Bulgakov. Sartre. Eliot T.S., go go go said the bird. Woolf. Beşir Fuad.
Baudelaire, enivrez-vous, emir addederim!
Albus. Lennie ve fare yavruları. Julien Sorel, ellerimde kanı. Bruges’den Ray. İstanbul’dan Galata. Limerick’ten M.
Lviv sokakları ve seni kapkara bir taksiye bindirdiğim köşebaşı…
…beni affetsin, kendime yardım edememekteyim.